SON DUYURULAR
2.BASAMAK DEVLET HASTANELERÄ° HEPATÄ°T GÃœNCELLEME TOPLANTISI
02 Ekim 2024BUHASDER 2024 KONGRESİ Katılım Desteğine Başvurmak İçin Son Gün 26 Eylül 2024
21 Eylül 2024GAZİANTEP - BUHASDER İL EĞİTİM TOPLANTISI
06 Mart 202421 Aralık 2023 VİRAL HEPATİTLER TANI VE TEDAVİ YÖNTEMLERİ TOPLANTISI
10 Kasım 2023BUHASDER 2023 - Burs Başvuru Formu
18 Ekim 2023TÜBERKÜLOZ’UN FÄ°LMOGRAFÄ°SÄ°
Mycobacterium türü milyonlarca yıllık serüvenine binlerce yıldır insanı da kattığından beri hakkında sayısız öykü yazılmış ve derinden etkilediÄŸi insan tarafından tarihin hiçbir anında unutulmamış adeta ölümsüzleÅŸtirilmiÅŸtir. Tarih boyunca metaforik anlamlar yüklenerek varlığını sürdürmüÅŸ ve öykülerine aralıksız devam etmiÅŸtir. Onu hemen her alanda görmek mümkündür. Sanat dallarından antropolojiye, tıptan biyolojiye, tarihten coÄŸrafyaya anlatacak bir ÅŸeyi her zaman vardır tüberkülozun. Tıp için istenmeyen bir organizma iken, edebiyatta arzu edilen, yaratıcı zekanın taşıyıcısı rolünü üstlenebilmektedir. O ince hastalıktır, duygu ve aÅŸkın görünen yüzüdür, ‘white plague’ ve ‘phthisis’dir. Bazen melankoliktir ve bazen de romantik. Yoksulluk ve mahrumiyetin, açlık ve soÄŸuÄŸun, sıkıntının hemen yanı başındadır. Nihayetinde bir hastalıktır.
Mycobacterium tuberculosis insanlığın en çok aÅŸina olduÄŸu, en çok yüzleÅŸtiÄŸi organizmaların başında gelir. Bu nedenle de hayatın daima içindedir ve her alanında karşımıza çıkması ÅŸaşırtıcı bir durum olarak algılanmaz. Yukarıda vurguladığımız gibi tarihten coÄŸrafyaya, sanattan antropolojiye kadar sayısız öykü karşılar bizi. Biz burada tüberkülozun, yedinci sanat olarak adlandırılan sinemadaki öyküsüne kısa bir deÄŸini belki de kısa bir giriÅŸ yapmayı düÅŸünüyoruz.
Sinema da diÄŸer sanatlar gibi insanı anlatan ve onun zaaflarını, duygularını, kahramanlıklarını, aÅŸklarını vb. konu edinmiÅŸ bir anlatım biçimi. Bir dil. Ä°nsanoÄŸlu kültür ve uygarlığı geliÅŸtirirken bugün konuÅŸma dili dediÄŸimiz sesli ifade yöntemini geliÅŸtirmiÅŸtir. Sesler esas olarak birer semboldür ve seslerin bir araya gelmesi, harflerin, sözcüklerin bir araya gelmesi dili oluÅŸturur. KiÅŸiler her biri farklı anlama gelen bu sembolik ifadelerle anlaşırlar. Yani konuÅŸurlar. Bu seslerin yazıya dökülmesi ise farklı bir iletiÅŸim alanını doÄŸurur. Ä°nsan içinde bulunduÄŸu çevreyi, yaÅŸam alanını, duygularını, düÅŸüncelerini ifade etmek, anlatmak, paylaÅŸmak eÄŸilimindedir. Bunu yaparken çeÅŸitli yöntemlerden yararlanır. Her insanın seçeneklerden bir ya da birkaçına eÄŸilimi, yeteneÄŸi ya da ilgisi olabilir. Bazen insanlar bunu konuÅŸarak yapar. Bazen insan yazarak ifade eder kendisini. Bazen müzikle ifade eder kendini, bazen de resimle ya da sinema veya tiyatroyla. Bu, kiÅŸinin ne tür sembolleri kullanacağı hangisine daha yakın ya da yetkin olduÄŸuna baÄŸlı olarak deÄŸiÅŸir. Yine de sonuç olarak hangi yol kullanılırsa kullanılsın ifade hep eksik kalacaktır. Ä°ster boyalara dökülmüÅŸ, ister notalara dökülmüÅŸ ya da beyaz perdeye aktarılmış olsun tüm ifade yöntemleri sonuç itibarıyla bir tercümedir: Zihnin ya da düÅŸüncenin tercümesi. Ä°nsan söylemek istediÄŸini zihninde canlandırır ve ÅŸekillendirir. En asıl ve eksiksiz hali budur. Onu semboller üzerinden baÅŸkalarının anlayışına aktarmak doÄŸal olarak kitlelerin tepkisinin çeÅŸitliliÄŸine neden olacaktır.
Sinemada yönetmen, filmin patronu konumundadır. Yapımcılar da (bir anlamda finansör) film yapımına hiç müdahale etmiyor anlamına gelmez bu. Burada söylemek istediÄŸim ÅŸey, yönetmen filmi kendi istediÄŸi ÅŸekilde oluÅŸturursa derdini de yetkinliÄŸine paralel olarak ortaya koyabilecektir. Metaforlar, anlatıyı zenginleÅŸtirmek için sık sık kullanılan argümanlar olmakla beraber, genel geçer izleyiciyi zorlayan ve filmin flulaÅŸmasına da zemin hazırlayan bir perdeye de dönüÅŸebilirler.
Sinema izleyiciye sanal ortamda bir hiper-gerçeklik sunar. Hareketsiz oturduÄŸumuz karanlık bir ortamda duygularımız, öfkemiz, sevincimiz, heyecanımız, korkumuz canlı ve kıpır kıpırdır. Bir an gerçeklik ile simüle edilmiÅŸ olan arasında gider geliriz. Sinema bunu yaparken sıklıkla insanların taşıdığı duyguları, inançları, korkuları, sevinçleri kullanır. Binlerce yıldır salgın hastalıklara milyonlarca kayıp vermiÅŸ olan insanlık, bu durumdan öyle derin etkilenmiÅŸtir ki, salgınlarla yüzleÅŸmemiÅŸ kiÅŸilerde bile ani refleksler oluÅŸturur. Bunları çok iyi bilen ve kullanan yapımcılar türün sayısız örneÄŸini sunmuÅŸlardır. Son yıllarda salgın sinemasında gözle görülür bir artış olmasının nedeni budur. Birçok salgın insanlığı derinden etkilemiÅŸtir. Bunlar içerisinde veba, kolera ve çiçek farklı yer tutar. Son yıllarda özellikle AIDS, SARS, kuÅŸ gribi, domuz gribi ve tüm dünyada görülmemekle birlikte korkunç yüzleriyle karşılaÅŸma endiÅŸesi uyandıran hemorajik ateÅŸler özellikle Ebola ve Marburg. Tabi bütün bunların yanında asla eskimeyen bir hastalık daha bulunmaktadır: Tüberküloz.
Veba klasik olarak Nosferatu ile birlikte çalışır. Nosferatu bir kenti ele geçirirken en çok vebadan yararlanır. Werner Herzog’un yönettiÄŸi ve baÅŸlıca rollerin Klaus Kinski ve Isabelle Adjani tarafından canlandırıldığı Nosferatu: Phantom der Nacht (1979) filminde bunu açıkça görürüz. Nosferatu kente girmeden önce, veba insanların bütün direncini yok etmiÅŸ, onları savunmasız kurbanlara dönüÅŸtürmüÅŸtür. Film oldukça belirgin karanlık, kaotik bir görüntü sunar izleyiciye.
Son dönemde görülen salgın sinemasına, 12 Maymun (12 Monkeys, 1995), Ölümcül Deney (Resident Evil, 2002), Ben Efsaneyim (I am Legend, 2007), 28 Hafta Sonra (28 Weeks Later, 2007), Körlük (Blindness, 2008), Veba (Carriers, 2008), Salgın (The Crazies, 2010), Salgın (Contagion, 2011) örnek olarak verilebilir.Tüberküloz ve Sinema’nın birlikteliÄŸine geçmeden önce, sinema hakkında birkaç görüÅŸe yer vermek istiyoruz.Baudrillard, sinemanın sinema olma özelliÄŸini kaybederek giderek gerçeÄŸin yerini almaya baÅŸladığını vurgular. Çünkü sinema sürekli hiper-gerçeklik üreterek, gerçek olanı daha çok dışarı atmaktadır.Baudrillard sinemayı bir simülasyon aracı olarak görürken, postyapısalcılar arasında konumlandırılan Deleuze ise, sinemanın düÅŸünceyi ‘hareket ve zaman imgeleriyle’ kavramlaÅŸtıran insani bir yaratım olduÄŸunu düÅŸünür. Deleuze, sinemayı bir felsefi yaratım aracı, kavram yaratan bir etkinlik olarak ele alır. Sinema, düÅŸünceyi sunan ve harekete geçiren bir etkinliktir. Bu nedenle sinema önemli bir iÅŸlev üstlenir, düÅŸüncenin diÄŸer bireylere aktarımını kolay ve etkili bir ÅŸekilde baÅŸarır.Sinema da bir öykü anlatma aracıdır. Bazen tek öykü bazen de içi içe geçmiÅŸ öyküler sunar izleyene. Hastalıklar da hayatın bir parçası olmaları nedeniyle sıklıkla filmlerde yer alırlar. Bunlar daha önce belirttiÄŸimiz gibi salgın hastalıklar olabileceÄŸi gibi enfeksiyonlar dışında kalan hastalıklar da olabilmektedir. Anlatım içerisinde adı geçen hastalıklardan biri de tüberkülozdur. Biz burada film içerisinde tüberkülozdan bahseden ya da vurgu yapan filmlerden bahsedeceÄŸiz. Tüberküloz hastalığını anlatan belgesel filmler, ya da eÄŸitim amaçlı çekilmiÅŸ tüberküloz filmlerini deÄŸil, Hollywood sineması içinden çıkmış ürünleri inceleyeceÄŸiz. Bu yaklaşım, anlatımımız için daha uygun düÅŸmektedir. Filmde bir hastalıktan bahsedilecekse ve yazar tarafından tüberküloz seçilmiÅŸse bunun arkaik temellerinin olduÄŸunu, tarihsel etkileÅŸimin izdüÅŸümü olduÄŸunu düÅŸünmekteyiz.
BahsedeceÄŸimiz ilk film 1969 yapımı Midnight Cowboy. YönetmenliÄŸini John Schlesinger’ın yaptığı ve Dustin Hoffman ile Jon Voight’ın muhteÅŸem oyunculuklarıyla süsledikleri film, 60’lı yılların özgürlük akımlarıyla sallanan, “Amerikan Rüyası’nın” en görkemli günlerinde geçer. TaÅŸradan New York’a büyük paralar ve lüks bir yaÅŸantı beklentisiyle göç eden Joe Buck (Jon Voight) ile New York’da yaÅŸayan yoksul, evsiz, küçük hırsızlıklar ve dolandırıcılıkla hayatını sürdürmeye çalışan Ratso Rico (Dustin Hoffman)’nun öyküsü sunulur izleyiciye. Umutla hayata tutunmaya çalışan iki arkadaÅŸ, her baÅŸarısızlık sonrasında kendi benliklerinden daha çok uzaklaÅŸan ve bulundukları topluma yabancılaÅŸan ve öteki konumuna düÅŸen iki karakteri canlandırır. Aslında “Amerikan Rüyası” denilen ÅŸeyin sahteliÄŸini göstererek, kaybedenler safında konumlanarak bu gerçekliÄŸe pasif olarak direnirler. Ratso film boyunca ve sona yaklaÅŸtıkça daha belirgin ÅŸekilde hasta kimliÄŸi ile görünür. Tüberküloz onu yavaÅŸ yavaÅŸ ve tamamen ele geçirmektedir. Sürekli öksürmekte, ateÅŸ içinde yanmakta, yürüyemeyecek duruma gelmesine raÄŸmen tedaviyi kabul etmemektedir. Tek isteÄŸi Florida’ya gitmektir. Orada iyi olacağına inanmaktadır. Florida yolculuÄŸu sırasında bulunduÄŸu otobüste ölür ama ölümü bile fazla ilgi çekmez. Ratso aslında film boyunca yavaÅŸ yavaÅŸ ölmektedir. Bunu kendisi de bilir, izleyici de. Bu bir kabulleniÅŸtir, teslim oluÅŸtur, tükeniÅŸtir.Ratso tüberküloz olmak için toplumda kabul edilmiÅŸ tüm argümanlara sahiptir. Yoksuldur, evsizdir, yetersiz beslenmektedir, zayıftır, kötü sosyo-ekonomik konumu, kötü saÄŸlık koÅŸulları mevcuttur. Toplumda tüberküloz baÄŸlantılı yaygın kanı sinema düzlemine taşınmış ve kaybedenlerin hastalığı olarak tüberküloz öne çıkmıştır.
Ä°kinci filmimiz, yönetmenliÄŸini Tanrıkent (Cidade de Deus, 2002) filmiyle büyük beÄŸeni toplayan Fernando Meirelles’in yaptığı 2005 yapımı The Constant Gardener (Arka Bahçe). Öyküsü Afrika’da geçen filmde, karısı ÅŸüpheli bir ÅŸekilde ölen bir Ä°ngiliz diplomatın bu olayı araÅŸtırırken karşılaÅŸtığı komployu konu edinir. Çok uluslu ilaç ÅŸirketlerinin Afrika’yı arka bahçeleri olarak gördüklerini ve Afrikalıları denek olarak kullandıklarına vurgu yapar. Bunu anlatmak için ise AIDS ve tüberkülozdan yararlanır. Özellikle öne çıkarılan tüberküloz, gelecekte oluÅŸacak çok dirençli tüberküloz basilleri için ilaç ÅŸirketlerinin yeni ilaç çalışmalarının alanı olarak yansıtılır. Filmde ilaç ÅŸirketleri tarafından hazırlanmış tüberkülozla ilgili bir video gösterilir ve ÅŸu ifadelere yer verilir: “Yeni bir salgın hastalık dünyayı kasıp kavuracak. 21. YY’da, çok dirençli bir tüberküloz üç kiÅŸiden birini öldürecek. Fakat ÅŸimdi bir ümit var. KDH, tüberküloz hastaları için devrim yaratacak bir tedavi geliÅŸtiriyor. Ona Dypraxa diyoruz. Siz ona hayat diyeceksiniz”. Sonunda video “dünya bizim kliniÄŸimiz” diyerek sona eriyor.Komplo teorileri ve çok uluslu ÅŸirketlerle ilgili bu aykırı filmin anlatımında tüberkülozun seçilmiÅŸ olması bir tesadüf deÄŸildir. Tüberküloz daha önce de vurguladığımız gibi, asla itiraz edilmeyecek ÅŸekilde insan ırkının adeta genlerine iÅŸlemiÅŸ etkisiyle ve üst organizma rolüyle, baÅŸoyuncu konumunu sürdürmeye devam edecektir.SeçtiÄŸimiz filmlerden sonuncusu 1999 yılında gösterime giren Fight Club (DövüÅŸ kulübü). Film Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanına dayanıyor. Yönetmeni David Fincher olan filmin ana karakterlerini Edward Norton ve Brad Pitt canlandırıyor
Film, modern refah toplumunu, tüketim toplumunu ve yabancılaÅŸmayı güçlü ÅŸekilde eleÅŸtiren bir yol çizer. Filmin kahramanı Jack (Edward Norton) aynı zamanda filmin anlatıcısıdır. Gerçek adını hiç duymayız. Sürekli kullandığı birden fazla takma adla ortaya çıkar. Ä°yi bir kazancı vardır ve istediÄŸi ÅŸekilde tüketebilmesine karşın yalnız ve mutsuzdur. Uykusuzluk çeker. Hiç uyuyamadığı için gittiÄŸi doktor tarafından testis kanseri olan kiÅŸilerin grup terapilerine, psikolojik destek ve dayanışma gruplarına katılması önerilir. Testis kanseri grubunda insanların acılarıyla yüzleÅŸir ve aÄŸlamaya baÅŸlar. Ruhunu geçici de olsa rahatlatır. Daha sonra benzer diÄŸer gruplara da katılmaya baÅŸlar. Lenfoma, Barsak kanseri ve tüberküloz gruplarına katılır. YaÅŸamı düzene girmeye baÅŸlar. Artık geceleri rahat ve huzurlu bir ÅŸekilde uyuyabilmektedir. Kendisi bu hastalıklara sahip olmamasına raÄŸmen, hasta insanlara sarılıp dertlerini dinler ve birlikte aÄŸlar. Bu mutlu dönem fazla uzun sürmez. Kendisi gibi hasta olmayan ama bu grup terapilerine katılan Marla (Helena Bonham Carter) ile karşılaÅŸtığında ortamın büyüsü bozulur. Grup içerisinde öteki konumunda olmasına raÄŸmen fark edilmeyen Jack, baÅŸka bir öteki olan Marla’yı hemen fark eder. Marla da onu fark eder ve Jack yeniden eskisi gibi iç çatışmalara ve uykusuzluÄŸun pençesine düÅŸer. Bu duruma daha çok dayanamayan Jack, Marla ile anlaÅŸmak ister. Yeniden huzur bulabilmek için karşılaÅŸmamaları gerektiÄŸini söyler ve terapi gruplarını paylaşırlar. Tüberkülozu paylaÅŸamazlar, ikise de almak istemez. Jack, Marla’ya tüberkülozu sen al dediÄŸinde Marla sigara içtiÄŸini ileri sürerek bunu kabul etmez. Filmde birçok malign hastalık ile birlikte tüberküloz grupları da mevcuttur. Bu durum, toplum açısından tüberkülozun ne kadar yerleÅŸik ve korkunç bir hastalık olarak algılandığını vurgular.Amenabar’ın yönettiÄŸi 2001 yılında gösterime giren ve izleyiciyi ters köÅŸeye yatıran güzel bir gerilim filmi olan The Others’da da (DiÄŸerleri) Grace (Nicole Kidman) bulmuÅŸ olduÄŸu bir fotoÄŸrafta tüberkülozdan ölmüÅŸ olan bakıcı Bertha Mills, bahçıvan Mr. Tuttle ve hizmetçi Lydia'nın birlikte vermiÅŸ oldukları poza ÅŸaÅŸkınlıkla bakar.Bir Steven Soderberg filmi olan The King of Hill’de (Zor Hayatlar, 1993), Amerika’da Büyük Buhran döneminde yaÅŸam mücadelesi vermeye çalışan insancıkların öyküsü bir çocuÄŸun gözünden anlatır. Sosyal çatlağın derinleÅŸtiÄŸi bir dönemde, yoksulluk ön plana çıkar. Tüberküloz’un oraya konuÅŸlanması çok ÅŸaşırtıcı deÄŸildir sanırım.1982 yapımı Honkytonk Man’de sedanter yaÅŸam, alkol, sigara ve yoksulluk eÅŸliÄŸinde kendini kanıtlamaya çalışan bir müzisyenin, Red’in öyküsü anlatılır. Bir deneme anında sahnede ÅŸarkısını söylerken öksürüÄŸü baÅŸlar ve durmaya da hiç niyeti yoktur. Sahneyi terk etmek zorunda kalır. Clint Eastwood filmin hem yönetmenliÄŸini yapmış hem de baÅŸrol oyuncusu Red’i canlandırmıştır.The Snow Walker (Karda Yürüyen, 2003)’da, bir pilot olan Charlie’nin (Barry Pepper) tüberkülozlu bir Eskimo kızı hastaneye götürürken baÅŸlarından geçen olayları aktarır. Beyaz Adamın özne rolünün altı kalın çizgilerle çizilir. Nesne olan öteki üzerinden oluÅŸturduÄŸu iktidarı ile yüzleÅŸmesi saÄŸlanır. Ä°nsanların dünyanın çeÅŸitli bölgelerinde çok zor koÅŸullarda yaÅŸama tutunma çabaları aktarılır.Sonuç olarak, çok sayıda filmle tüberkülozu örneklendirmek mümkündür. Tarihsel olarak insan türü ile benzersiz bir baÄŸ kurmuÅŸ olan tüberküloz, insanın sürekli takipçisi olmuÅŸ, onlarca kesiÅŸim noktasına sinemayı da eklemiÅŸtir. Bu nedenle, hayatın içinde yer alan bir hastalık olan tüberküloz ile yine yaÅŸam kesitlerinden beslenen yedinci sanatın buluÅŸmaları ÅŸaşırtıcı deÄŸildir. EÄŸer öyküye koyacak bir hastalık arıyorsanız tüberküloz hep orada olacaktır.Kemalettin ÖZDEN